Adım rahmetli dedemin adı ile başlıyor. Mahmut Serdar Kaleli, Ankara’da 1964 yılı soğuk bir Aralık günü doğmuşum, çocukluk bu ya, çok kızardım beni Mahmut diye çağırmalarına, “Benim adım Serdar” diye hemen düzeltirdim. Hâlbuki insanın dedesinin, atasının adını taşıyor olması ne kadar güzel bir gelenek ve özel bir his, ama çocukken fark etmemiştim.
Doğduğunuz yılın veya yerin bugünkü yaşam tarzınızı etkilediğini düşünüyor musunuz?
İnsanların doğdukları ve yetiştikleri yerlerin, doğanın, iklimin ortamına göre, belirli özellikler taşımaları çok normal. Deniz kıyısında, ya da dağlık bir bölgede veya bir çöl vs. gibi karakteristik özelliklere sahip bölgelerde yetişmek o insanda belirgin bir takım özelliklerin yerleşmesine neden oluyor, ancak büyük şehir yaşantısında bu bölgesel özelliklerin insan üzerindeki etkisinin daha sınırlı olduğunu düşünüyorum. Tabi Ankara büyük şehir olmasına rağmen İstanbul ile karşılaştırıldığında, hele de bizim yaş gurubunun çocukluk ve gençlik yıllarını düşünecek olursak, çok daha mütevazı bir memur kentiydi. Bu arada, babamın işi dolayısıyla ilkokulu Balıkesir’de okuduğum ve daha sonra Ankara Anadolu Lisesini kazanınca ortaokul/lise tahsili için öğrenim hayatımın geri kalan kısmını Ankara’da devam ettiğim için, Ankara’nın Balıkesir’e kıyasla büyük şehir olmanın etkisi fazlasıyla hissedildi. Ankara’dan ziyade; Anadolu Lisesinin ve ODTÜ’nün bugünkü yaşam tarzımı çok daha fazla etkilediğini düşünüyorum.
Lise veya üniversite yıllarınızdan aklınızda kalan Okulla ilgili bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Malum şimdilerde öğrenim sistemi sürekli değişiyor, bizim zamanımızda Anadolu liselerinde orta ve lise öğrenimi beraberdi ve hazırlık sınıfı ile beraber yedi yıldı. Hazırlık sınıfında yatılı okuyorduk, herkes gece yatınca yorganı kafasına çekip ağlardı ve eve çıkabilmek için hafta sonunu iple çekerdik. Fazla değil bir kaç ay sonra Pazartesi okula dönüşü iple çeker olmuştuk. Çocukluktan ergenliğe geçiş sürecinde birbirimizi şekillendirip beraberce büyüdüğümüz yatılı okul arkadaşlarımın hiç birisini unutmam mümkün değil.
Bir anı da ODTÜ’den: Üniversite birinci sınıfta teknik resim dersini alıyoruz. Necmettin Şuşut adlı bir hocamız geliyordu derse. Herkes anımsayacaktır final öncesi ara sınavlar (mid-term sınavları) 50 üzerinden olurdu. Bir sınavdan 50 üzerinden 51 almıştım. Necmettin Hoca el yazısıyla 50+1 = 51 yazmıştı. “Ah keşke bende senin gibi güzel yazı yazabilseydim, bu 1 puanı güzel yazın için veriyorum” demişti. Allah rahmet eylesin, bizleri bugünlere getiren değerli öğretmenlerimizin üzerimizde hakkı çok büyük.
Meslek seçimi konusunda bize neler anlatmak istersiniz?
1981 yılında ODTÜ Makina Mühendisliği Bölümünü kazandım. Makina Mühendisliği babamın da mesleği. O da ODTÜ makina mezunu ve babam mesleki anlamda bana hep bir rol model olmuştu. Aklımın erdiği yaşlardan beri de “Ben de makina mühendisi olacağım” hedefiyle büyüdüm. Hatta hiç unutmuyorum, üniversite tercihlerinin yapılmasından bir gün önce babam bana içinde “Oğlum tıp yazmayı düşünmez misin?” geçen bir cümle kurmuştu. “Baba herhalde şaka yapıyorsun, yıllarca makina mühendisliği hayaliyle yaşadıktan sonra bu nasıl soru?” diye cevap vermiştim. Sanırım ebeveynler kendi aralarında çocuklarıyla ilgili konuları konuşurken, birileri aklına girmeyi denemiş. Benim cevabım karşısında hiç üstelemedi ve ilk tercihe ODTÜ Makina Mühendisliği yazdık. Hatta bölüm hocalarımızdan Profesör Hafit Yüncü, babamın sınıf arkadaşıydı.
Halen içinde bulunduğunuz iş, mesleğinizle ilgili mi?
Biliyorsunuz Makina Mühendisliği’nin faaliyet alanı çok geniş. Ancak, sınıf arkadaşlarımla karşılaştırdığınızda makina mühendisliği yapıyorum demek gerçek mühendislere haksızlık olur. Daha ziyade enerji konusunda uluslararası alanda pazarlama ve satış danışmanlığı, temsilcilik tarzında bir sektörde çalışıyorum. Bu arada makina mühendisliği birikimimi özellikle; teknik resim, malzeme, imalat teknikleri gibi alanlarda sıklıkla kullanıyorum. Özellikle bir dönem temsilciliğini yaptığımız yabancı firma adına Türkiye’de bazı fason imalatlar yaptırdığımız dönemde makina mühendisliğinin çok fazla faydasını gördüm.
Mesleğiniz ile birlikte yaptığınız hobiniz var mı?
Var tabi, olmaz olur mu? Bence insan hobileri olmadan yaşayamaz veya hayattan yeterli tadı alamaz. Kanımca hobiler, bir insanın gerçek kişiliğinin, iç dünyasının dışa vurumu. İnsan mesleğini seçerken yeterince bilinçli hareket edemeyebiliyor, ancak hobileriniz tamamen size ait ve size özel olduğu için gerçekten sizi yansıtıyor. Biliyorsunuz bir atasözü “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” der; ben duymadım ama aslında “Bana hobilerini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” şeklinde bir atasözünün de olması gerekir diye düşünüyorum.
Benim en büyük hobim savaş sanatları; aslında hobiden öte bir yaşam tarzı demek daha doğru olur. 15 yılı aşkın bir süredir savaş sanatlarıyla uğraşıyorum. Savaş sanatları tanım olarak oldukça geniş bir alan; benim ilgilendiğim sanatlar spesifik olarak; Tai Chi ve Ninjutsu. Tai Chi daha çok bireysel ve içsel çalışmalara dayanan karşılıklı temas ya da mücadele içermeyen “non-contact” diye tanımlanan bir savaş sanatı. Ninjutsu ise tam bir hayatta kalma sanatı olup “semi- contact” ve “full-contact” teknikleri içeriyor. Savaş sanatlarıyla ilk tanışmam üniversite yıllarına dayanıyor. Hepinizin de tanıdığı Seyit Rıza Tiğrek vesilesiyle olmuştu ve yüksek lisans sırasında yaklaşık bir yıl kadar Tekvando çalıştım. Daha sonra 2002 yılında Tai Chi ile tanışana kadar savaş sanatları ile ilgili bir uğraşım olmadı. 2002 yılından beri Tai Chi ve 2010 yılından beri de İsveçli Jörgen Lindberg ile Ninjutsu çalışıyorum. Sensei Jörgen, Ninjutsu’yu 1970’li yıllarda Avrupa’ya getiren ve Ninjutsu’nun Japonya’daki babası olarak bilinen Masaaki Hatsumi’nin öğrencisi Bo Munthe’nin öğrencilerinden. Kastamonu’da yaşıyor; tam bir savaşçı ve tam bir centilmen. Savaş sanatlarının, kişinin karakteriyle bağlantılı olarak maço bir yaşam tarzına yönelme tehlikesi var. Bu nedenle, savaş sanatlarıyla uğraşan kişinin hangi sanatı yaptığından ziyade nasıl bir hocayla çalıştığı çok önemli. Çünkü, savaşçı ruhu ve felsefesini çıkardığınız zaman ortaya çirkin bir sokak dövüşü kalıyor. Savaşçı ruhunu çok güzel anlatan bir söz vardır; “Bir savaştan kaçınmak için gerekirse yolumu bir kilometre değiştiririm. Ancak, savaş kaçınılmazsa bir milim dahi geri adım atmam.” 1000 yılı aşkın bir geçmişe sahip olan Ninjutsu bu anlamda beni çok etkiledi. Bir tarihte, National Geographic kanalında Fight Science (Dövüş Bilimi) adlı bir belgesel izlemiştim. Farklı savaş sanatlarının bilimsel yöntemlerle incelendiği bir belgesel. Dövüşçülerin vücutlarına sensörler bağlanıyor, çok hassas kameralarla çekimler yapılıp bilgisayara aktarılıyor ve analiz ediliyor vs… Detaylı analizlerin sonucunda, Ninjutsu o belgeselde tüm savaş sanatlarının tacı olarak değerlendirilmişti. Belirtmekte fayda var, o tarihte daha Ninjutsu ile tanışmamıştım. Güç, denge, esneklik ve koordinasyonu arttırarak minimum enerji ile maksimum iş üretmeyi öğreten Ninjutsu yaşamı son derece kolaylaştırıyor. Ve en önemlisi, sokakta bir problemle karşılaştığınızda, emin olun işe yarıyor. Ben aynı zamanda haftada 2 gün de Ankara’nın Çayyolu semtinde bir spor merkezinde Ninjutsu dersi veriyorum.
8. Hayatta hiç hata yaptığınızı düşünüyor musunuz, eğer birkaç hatadan bahsederseniz, en büyük hata neydi söyleyebilir misiniz?
Hatasız kul olur mu Sevgili Gürbüz! Sadece hiç bir şey yapmazsan hata yapmazsın. Tecrübemizi, birikimimizi, karakterimizi oluşturan yaptığımız hatalardır. Bir konuda çok iyi olduğunu düşünen bir insan, ilk hatasını yaptığında aslında gerçekten öğrenmeye başlamış demektir. Hatayı yapana kadar sadece bildiğini zannedersin. Mesela ilk trafik kazasını yaptığında şoförlüğü öğrenmeye başlarsın, ondan önce sadece araba kullanıyorsundur. İlk lastik patladığında, ilk benzinin bitip yolda kaldığında vs… başlar öğrenme süreci.
Bu nedenle insanın hayatta yaptığı en büyük hata, en kıymetli dersi almasını sağlar ve çok değerlidir. Dolayısıyla hatalarımıza takılıp kalmak yerine öğrenmiş ve tecrübelenmiş bir birey olarak yaşama daha güçlenerek devam etmek gerek. Uzak Doğu felsefelerinde, insanın üç ekseninin olduğundan bahsedilir; beden, akıl (zihin) ve kalp (ruh). Batı öğretilerinde “farkındalık” veya “anı yaşamak” gibi tanımlanan durum aslında bu üç eksenin eş merkezli olma halidir. Beden her zaman ordadır, ancak akıl ve kalp genellikle ya geçmişte ya da gelecekte seyahat ederler; ender olarak bedenle aynı merkeze gelirler. Aslında mutlu ve sağlıklı olmanın en temel ve en basit kuralı, bu üç ekseni de eş merkezde tutabilmektir. Bu nedenle aklımızı ve kalbimizi hatalarımızda takılıp kalmak yerine, bedenimizle eş merkeze getirmeyi öğrenmekte yarar var.
Eminim hem mesleğinizi icra ederken hem de hobinizi bir profesyonele yakın seviyede yaparken, birçok ülkeye gitmişsinizdir. İstiyorsunuz ki sizi tanıyan herkes oraya gitsin, hangi ülke olurdu sizin tercihiniz?
Zor bir soru. İşim gereği çok fazla yurtdışı seyahat etme şansım oldu. Özellikle de kimsenin zaman ve para ayırmayacağı ülkelere gitme şansım oldu. Hatta düşünüyorum da benim iş amaçlı seyahat ettiğim ülkelerin çoğuna şimdi servet teklif etseniz gitmem diye düşünüyorum; Irak, Suriye, Libya, Yemen, Mısır ilk aklıma gelenler. Gerçi ben gittiğim dönemlerde de güllük gülistanlık değillerdi, ama şimdi çok daha beter bir insanlık ayıbı yaşanıyor bu ülkelerde. Gene hem işim gereği hem de seyahat amaçlı Avrupa’nın da neredeyse tamamında bulundum. Ayrıca, Kuzey Afrika, Çin, Hindistan, Türki Cumhuriyetler vs… Ancak, bulunduğum ülkeler içinde benim gözümde çok farklı, eskilerin deyimiyle şahsına münhasır olan bir ülke var: İsviçre. Doğayla uyumun, teknolojinin, insana değerin, adaletin, estetiğin, refahın, çalışkanlığın, vatanseverliğin bu kadar üst düzeyde ve bilinçli olduğu başka ülke görmedim. Mustafa Kemal Atatürk, “Köylü milletin efendisidir.” demiş değil mi? Neden; öğretmen, asker, doktor, mühendis vs… milletin efendisidir dememiş, hiç düşündünüz mü? İsviçre’ye gidenler, köylünün gerçekten milletin efendisi olduğunu görebilirler.
Bu güne kadarki yaşantınızda, yol ayrımlarınız oldu mu ve bu yol ayrımlarında karar vermekte zorlandınız mı?
İş hayatı için benzeri bir yol ayrımı yaşadım. 2002 yılının sonuna doğru, profesyonel çalışma hayatımı sonlandırıp, şimdi birlikte olduğum ortağım ile kendi işimizi kurma kararı almak üzereyken, daha öncelerden iş başvurusu yaptığım oldukça büyük bir Amerikan petrol şirketinin Türki cumhuriyetler sorumlusu konumunda ve çok iyi şartlarda bir iş teklifi almıştım. O dönemde, şirketimiz daha yeni kuruluş aşamasındaydı, her hangi bir maddi bir gelirimiz yoktu ve kendi birikimlerimizle ayakta durmak zorundaydık. Hatta o dönemde kendime bir hedef koymuştum: “O günkü birikimimle hiç bir kazancım olmadan bir sene idare edebilirim, baktım olmuyor, o zaman tekrar profesyonel yaşama geri dönerim” düşüncesi ile kabul etmemiştim.
11. Bugün geriye dönüp baktığınızda iyi ki bunu seçmişim diyor musunuz?
Şimdi geriye dönüp baktığımda neyin doğru neyin yanlış olduğunu değerlendirmek belki güç, ama şu var ki, 17 yıldır bir şirketi ayakta tutmak gerçekten kolay değil. Kendi işinin sahibi olmak çok farklı bir psikolojik durum aslında, profesyonel yaşamdaki alışkanlıklarınızı ciddi anlamda değiştirmeniz gerekiyor, bunu öğrenemeyenlerin ayakta kalması da çok zor.
12. Seçmediğiniz alternatife odaklansanız şu anda nerede olurdunuz acaba?
Mutlu ve sağlıklı olmak için üç eksenimizi de eş merkezde tutalım. Aklımızı ve kalbimizi hatalarımızda takılıp kalmak yerine, bedenimizle eş merkeze getirmeyi öğrenmekte yarar var.