Hep yazıyor, hep anlatmaya çalışıyoruz. Neyi nerede niçin ve ne zaman kim için nasıl yapacağımızı bilemez olduk. Bir rüzgarın önünde savrulmaktayız ki… sormayın dostlar. Ne kadar kolay geliyor bahaneler üretmek. Bir şeylerin arkasına sanki gerçekmiş gibi saklanmak, gizlenmek. Kaçtığımızın kendimiz olduğunu bile bilemez, göremez olmuşuz… Öyle ya, nasılsa karşımızdakini kandırdık, yeter. Ya kanmamışsa? Kanmış gibi yapıp da kendimizi kurtarmaya çalıştığımızın farkına varıp da kendini bizden korumaya çalışmışsa? Ne acıdır bu duruma düşmek! Hiç düşünmeyiz, gerçekleri görmek, gerçekleri dillendirmek sonuçları ne olursa olsun hep dosdoğru yaşanmışlığımızla övünebilmek varken düzen bu deyip onlar gibi olmanın ne büyük bir günah olduğunu. Günün nimetlerinden yararlanmak adına kendi öz benliklerimizi yitirmenin vebalini nasıl taşıyabiliyoruz? Bir biz mi kaldık Don Kişot’luk yapacak, düzen böyle… Ne vahim bir sığınma. Hele bugün bu toprakları bize bahşedenleri düşününce kabullenmek daha da zor geliyor insana. Onlar eyvallah etmemişler. Sayılarının azlığına, her türden olanaksızlıklara karşın direnmişler. Çünkü onlar inanmışlar. Çünkü onlar gerçekten vatanlarını sevmişler. Ve ne güzel söylemişler; “Para yok bulunur, silah yok yapılır, düşman çok yenilir” İlke, güç, iman ve dava böyle bir şey dostlar. Şimdilerde de dava var. Haksızlık etmeyelim ama değil mi? Alex mesela… Hayvan hakları mesela… Erken seçim mesela… Erol Günaydın öldü… Geç bunu… Bayram tatili kaç gün ondan haber ver. Fatih Hilmioğlu hocanın oğlu vefat etti. O kim? O kim mi? İşte tam da bu noktada yazımızın başına dönüyoruz. Neyi nerde niçin ve ne zaman kim için nasıl yapacağımızı bilemez olduk. Fatih Hilmioğlu bir profesör. Eski bir rektör. Şu an Ergenekon davası kapsamında Silivri’de bulunan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Belki bunları bilemeyebiliriz. Ama o her şeyden önce bir baba… Ve bu günlerde (Allah kimseye tattırmasın) acılı bir baba. Gencecik evladını bir trafik kazasında kaybetmenin inanılmaz acısıyla yüreği yanan bir baba. Büyütüp aslan gibi yetiştirdiği fidanını son günlerinde görememiş, kokusuna hasret kalmış bir baba. Cenazesine katılmak için izin verildiği halde eşinin yanında gece evinde acısını paylaşamayan ve bir cezaevinde tek başına acısıyla kavrulmaya mahkum edilen bir baba. Kanser olmasını bile o denli umursamadan hayata dik durmaya çalışan bir bilim adamı. Dağda ölen teröriste ağlamayanın insanlığının tartışıldığı bu günde, kimsenin umurunda bile değil Hilmioğlu’nun kim olduğu, ne yaşadığı! Hukukta bir prensip vardır, Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur. Teknik adı şudur; “Masumiyet karinesi”. Oysa bizler ne kadar da hazırmışız birilerini suçlu ilan etmeye. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya… Bunun vicdani sorumluluğunu taşıyabilecek kadar yürekli miyiz? Hele söz konusu olan evlat acısıysa… Hele Türk Tiyatrosunun duayeni bir ustaysa, Erol Günaydın’sa. Bu kadar umursamazlık, önemsemezlik ve hamasi değerlerimize kayıtsızlık hoş değil dostlar. Hem de hiç hoş değil. Bugün yaptıklarımızı gün gelip bize de yapacaklar, unutmayalım. O zaman neyi nasıl ve ne kadar yaşayacaksak şimdiden hissedelim bunun acısını içimizde. Geriye bir soru kalıyor, kim? Bize bugün yaşatamadıklarımızın acısını yaşatacak olanlar ise bizim evlatlarımız. Vermediklerimizden onlar sorumlu değiller. Öyleyse hala yanımızdalarken, hala bir şeyleri anlatma şansımız varken ve hala onlara sarılıp öpebiliyor, kokularını içimize çekebiliyorken… Hadi başlayalım bir yerden… Yarınlar adına…