Herkese Merhaba,
Yaptığım işin güzel taraflarından biri de, sürekli farklı ülke ve şehirler görüp, farklı kültürleri tanıma imkanı bulabilmek. Geride bıraktığımız 3 gün içinde, süpürme araçları konusunda dünya devi olan Johnston Sweepers Firması’nın yeni ürünlerini tanıtmak amacı ile düzenlediği distribütör toplantısına katılmak üzere Londra’daydım. Tabii burada ürün tanıtımı ve teknik konulardan değil, bu soğuk, ama aslında içinde müthiş güzellikler barındıran İngiliz Başkenti’nin insan üzerinde bıraktığı etkilerden bahsedeceğim.
Londra’nın büyüsü, şehre ayak bastığınız andan itibaren sizi ele geçiriyor. Etrafınızdaki tüm o insan yığınına, trafik karmaşasına baktığınızda bir an için İstanbul’da olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama bu düşünce birkaç saniye sonra tamamen kayboluyor. Bu karmaşanın içinde aslında öyle bir düzen, kontrol ve otorite var ki…
Her yerde bisikletleri ile gezen, farklı kılık kıyafetleri ile spor yapan insanlar var. Trafiğin ve insanların arasındalar ve hep birlikte uyum içinde, güvenle hareket edebiliyorlar. Küçük bir örnek vermek istiyorum. Bulunduğumuz otobüs şehir içinde seyrederken, önümüzde giden bir bisikletli, yaklaşık 10 dakika boyunca önümüzden çekilmeyerek otobüsün istediği hızda ve şekilde yol almasını engelledi. Otobüs şoförü ne mi yaptı? Hiç! Yol genişlediği zaman, sakince yanından geçip gittik. Bunun gibi manzaralara sürekli rastladığım bu güzel şehirde, ”medeniyet” olgusuna bir kez daha hayran kaldım. Aynı şey İstanbul’da olsa, ki oluyor, bisiklet üzerindeki o sporcunun yaşaması veya en azından o bisikletin üzerinde canı ile durabilmesi için en fazla 10 dakika süre veriyorum.
Binaların çoğu tek tip, elbette yeni yapılar da var, ama yüzde 90’ı eski tip veya eski kimlikleri korunmak üzere restore edilmişler. Bu yüzden cadde ve sokaklarda yürümenin tadına doyum olmuyor. Eski binalar arasında yürürken, sanki tarihte kısa bir gezintiye çıkmış gibi hissediyorsunuz. Tabi ki bu tarihi görüntünün içinde çok ciddi teknolojiler ile kontrol sağlanıyor.
Şehirdeki metro ağı, her yere kolaylıkla ulaşmanızı sağlıyor. Ve o kadar güzel işliyor ki, en kalabalık saatlerde bile, ”Eyvah, şimdi sıkıştık burada” diye düşünürken, kimse kimsenin ayağına basmadan, kavga etmeden, bağırış çağırış olmadan nasıl bir düzen içerisinde hareket ediliyor, inanın anlamak mümkün değil! İstanbul’da yaşayan ben, nedense bu işi anlayamadım!
Meşhur Hyde Park, şehrin göbeğinde. İsterseniz sevdiklerinizle birlikte uzun sohbet yürüyüşleri yapın. İsterseniz spor kıyafetleriniz ile koşular yapın. Parktaki sincapları ve kuşları kendi ellerinizle besleyin. Dediğim gibi, tüm bunları şehrin merkezinde yapıyorsunuz. Kilometrelerce uzaklarda ormanlara gitmenize gerek yok. Genelde şehirleri anlatırken, gece hayatı diye bir paragraf açılır ya, burada ona gerek yok inanın. Burada gece ya da gündüz hayatı diye bir şey yok. Şehir 24 saat canlı ve herkese hitap edebilecek farklı aktiviteler mevcut.
Bir nehir geçiyor şehrin içinden. Bildiğiniz çamurlu kahverengi/gri karışımı su! Ama az önce bahsettiğim bu otorite, nasıl bir pazarlama stratejisi ile hareket etmiş, nasıl bir düzen kurmuş ki, dünyanın dört bir yanından insanlar geliyor ve inanılmaz ücretler ödeniyor bu nehir üzerinde tekne gezileri yapmak için. Meşhur Parlamento binası ve Big Ben diye bildiğimiz saat kulesi(aslında Big Ben kulenin ismi değilmiş), London Eye ismini verdikleri, son derece lüks, dev bir dönme dolap ve bunun gibi birçok görülecek şey var bu alanda.
Tüm bunları görüp de, aslında içimden nasıl derin ‘ah’lar çekiyorum anlatamam. Benim güzel İstanbul’um, perişan halde. İçinde bundan çok daha büyük bir potansiyel varken, o çamurlu su yerine dünya güzeli Boğaz varken, tarihi, yapısı ve doğal güzellikleri konusunda bu kadar geride kalmasına, bu kadar yönetilemez olmasına ve içinde yaşayan insanların birbirini umursamadan bu kadar ezip geçmelerine, kırmalarına anlam veremiyorum. Neyse, tekrar tekrar hüzünlenmeye gerek yok…
Gelecek ay görüşmek üzere…