Kimi zaman gönlünüzle gözünüz, Hissettiklerinizle yaşadıklarınız, Olanla olması gereken çelişir. İşte bu farka sapma denir. Yaşam böyle bir şey dostlar. Beklediklerimizden, umduklarımızdan, umutlarımızdan uzaklaştıkça yorulur, mutsuzlaşırız. Gün gelir her şey üst üste geliverir. Biri bitmeden diğerinin başladığı bir anda yeter diye haykırasımız gelir. Ama bağırmak, isyan etmek, kaçmak hiçbir zaman çözüm getirmez. Zaten biz de biliriz çözümün bu olmadığını da insanca bir sitemdir belki yaşama, ufacık dahi olsa…
Peki ya çözüm ne o zaman? Elbette sizlere çözüm yolu göstermeye kalkışmak haddim değil. Ancak, genel kabul görmüş şeyleri dillendirebilirim naçizane. Güçlü olmak-güçlü kalmak gibi. Mevcut durumu kabullenmekle başlamak gibi. Çözümün yine ve ancak ve ancak kendimiz olduğunu anımsamak gibi. Medet umduklarımız sadece bizi yüreklendirir. Zayıf düştüğümüz bir anda bize ne kadar güçlü olduğumuzu anımsatır. Tıpkı bir bebeğin yürümek için ayağa kalkabilmek için duyduğu destek kadardır aslında. O minicik avucuna bir serçe parmaklık destek vererek kaldırabildiğinizde ayağa, gerisini kendisi getirecektir. Aslında istediği sizin gücünüz değildir. Avucunda hissettiği sıcaklığınızdır yalnızca.
Bizler de, hangi yaşta olursak olalım bir serçe parmaklık desteğe hep gereksinim duyarız. Eksiklenecek, utanılacak bir şey de değil, insan olmanın bir gereğidir bu. Çünkü dostlar insandan duyguları çıkartırsanız hayvan bile kalmayacaktır. Hayvanların, bitkilerin dahi duygularının ne denli derin olduğu hepimizin malumudur. Bu böyle iken neden profesyonel olmak adına duygusuzlaşmaya çalışmamız? Bir tebessümü, bir hoşgörüyü, bir insanca paylaşımı birbirimizden esirgemek durumunda kalışımız ? Bunu çalışma hayatının bir gereği gibi görmemiz neden?
Belki suiistimal edilmek kaygısından(!) Belki disiplinin bozulması korkusundan(!)
Peki ya dostlar bunlarsız yaşanacakları bir düşünsenize… Bir merhabayı, bir dostça yaklaşımı esirgediğimiz birinin yüzüne nasıl bakacağız ölümcül bir hasta olduğunu öğrendiğimizde? Ya da ne yüzle gidebileceğiz cenazesine? Musalla taşında özür dilemek nafile. Yaşarken ürettikleri ya da bize kazandırdıkları ile ölçtüğümüz insanları, üretemediklerinde omuzlamak değilse bile ufacık bir serçe parmaklık destekle ayağa kaldırabileceğimizi neden düşünmeyiz hiç?
Sıkışıp kalmak böyle bir şey dostlar. Bir yanda iş hayatı dediğimiz çarkların arasında çektiğimiz acı, öte yanda olmasını arzulayıp da bulamadıklarımızın sızısı… Belki en kötüsü de kendi kurduğumuz düzenlere mahkum olup kabullenmek zorunda kalışımız.
Bir gün gelip arkamıza bakıp iç çekişimiz…
Yitirdiklerimize bakıp keşke deyişimiz ve telafi edemeyeceğimizi bilerek şimdiki aklım olsaydı diye başlayan pişmanlık sözcüklerini art arda dizişimiz.
Hangimiz yapmadık ki bunları? Hatta hangimiz yapmıyoruz ki hala bile bile?
Nereye kadar dostlar ? Bir yerden başlamalı.
“ Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey ” diyor şair. Ne de güzel diyor. Unutmayalım ki, hepimizi insanız ve hepimizin sevilmek hoşuna gider. Öyleyse biz de bizden sevgi bekleyenlerin bizim gibi olduklarını unutmayalım. Bir yerden başlamak gerekiyorsa, gün bugündür. Hadi en yakınınızdan başlayın. Dönüp bakın ve bir günaydın deyin. Olmadı bir tebessüm edin. O insanın nasıl şaşırdığını göreceksiniz. İşte bu ne kadar yabancılaştığımızın ifadesidir. Olsun devam edin. Hiç kimse kendisine gülümseyen, dostça bir yaklaşım gösteren biri hakkında kötü düşünmeyecektir. Bir zaman sonra hakkınızda ne kadar pozitif, ne kadar anlayışlı, ne kadar güler yüzlü diye anılacağını düşünün… Hangisi dostlar? Böyle anılmak mı yoksa iş işten geçtikten sonra geri dönüşü olamayacak bir pişmanlık ve mahcubiyetle özür dileyen olmak mı?