İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle ABD’de sermaye birikiminin varmış olduğu düzey, kapalı kapılar sisteminin yıkılmasını, sermayenin uluslararası ölçekte kendisini yeniden üretmesini engelleyen öğelerin kaldırılmasını gerektiriyordu. Sistemin büyük gücü ABD, uzun vadeli çıkarlarını da hesaba katarak bir yandan savaş enkazı altındaki Avrupa ekonomisini canlandırıcı, bir taraftan da uluslararası yeni iş bölümü bağlamında “az gelişmiş” ülkelerde sanayileşmeyi geliştirici politikalar saptar. Savaş sonrasının uluslararası iş bölümü, sermaye yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği yüksek sanayi dallarının metropollerde; emek yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği düşük sanayi dallarının ise süreç içinde “az gelişmiş” ülkelere kaydırılmasını öngörür. Böylece, belli bir süreç içinde bağımlı ülkelerde geliştirilecek sanayilerin kullanacakları makine teçhizat, ara malı, metropollerdeki sanayilerden karşılanır. Bağımlı ülkelere yapılan sermaye ihracı sadece kredilerle değil, yabancı sermaye yatırımlarıyla da sanayi sektöründe yoğunlaşır. Belirlenen bu stratejiyi uygulayacak uluslararası kurumların oluşturulmasının ilk adımı 1944’te 44 ülkenin katılımıyla toplanan Bretton Woods Konferansı’nda atılır. Konferansta savaş sonrası ekonomik düzenin iki temel kurumu IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması önerilir. Türkiye, bu yıllarda Bretton Woods anlaşmasını kabul ederek savaş sonrasında uluslararası liberal sistem içinde yer alacağının ilk sinyalini verir. Öte yandan, 12 Mart 1947’de Truman, Kongre’ye sunduğu mesajla soğuk savaşı ilan eder. 1948 yılına kadar Kongre’nin Türkiye ile Yunanistan’a 400 milyon dolarlık ödenek ayırmasını ve devletlerin isteğine bağlı olarak her ikisine de sivil ve askeri personel göndermeyi, bu ülkelerin personelini yetiştirmek üzere yetki verilmesini ister. IMF ve Dünya Bankası’ndan sonra uluslararası ekonomik örgütlenmeler, Marshall Planı ve onun aracı olarak Avrupa Ekonomik İşbirliği Komisyonu (OEEC)’nun kuruluşuyla sürer. Askeri alandaki örgütlenme ise Kuzey Atlantik Paktı (NATO) adı altında oluşturulur. Türkiye’nin 1945’ten sonra izleyeceği ekonomik ve siyasi politikaları belirleyecek plan ve programlarda savunulan görüşlerin ortak özelliklerinden birisi, belli ölçüde sermaye birikimine ulaşmış özel kesimin sanayi yatırımlarına yöneliş eğilimlerinin desteklenmesi, devletin altyapı yatırımları, ucuz girdi üretecek sanayilerde yoğunlaşması; diğeri ise yabancı sermayeyi teşvik edici önlemlerin alınmasıdır. Sanayileşme yönünde atılan bir diğer önemli adım da Dünya Bankası’nın da katkılarıyla, 1954’te Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın (TSKB) kurulmasıdır. Devlet sektörünce üstlenilen altyapı ve sanayi yatırımları için proje-program kredileri, yerli-yabancı özel sermayece girişilecek sanayi yatırımları için ağırlıkla Dünya Bankası’nın TSKB’ye aktardığı krediler, sermaye ihracının iki önemli kanalını oluşturur. Bu alandaki bir diğer önemli kanal da 1954’te çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile Petrol Kanunu’dur. Türkiye, uyguladığı savaş ekonomisi politikasının sonucunda II. Dünya Savaşı sonrası yıllara önemli miktarda altın ve döviz rezerviyle girer. Ancak, 1946-1953 yılları arasında liberalleştirilen dış ticaret, bu rezervin tükenmesine ve 1953 yılı sonunda önemli bir ödemeler dengesi sıkıntısına girilmesine yol açar. Oldukça farklı özellikleri olmakla birlikte, 1929 yılında yaşanan ödemeler dengesi bunalımı sonucu alınan korumacı dış ticaret önlemleri ve ardından oluşan ithal ikameci sanayileşme süreci bu dönemde de söz konusu olur. Ancak, önemle vurgulamak gerekir ki, 1930’larda izlenen dış ticaret politikasını ortaya çıkaran nedenler ve izlenen ithal ikameci sanayileşme stratejisi, 1950’lerdekiyle yüzeyde benzerlik gösterse de özde çok büyük farklılıklara sahiptir. 1953-1960 döneminde izlenen sanayileşme çizgisinin 1952 sonlarından itibaren uygulanan korumacı dış ticaret politikasından etkilendiğini söyleyebiliriz. Yeni ithalat rejimiyle ithali kısıtlanan mallar, o zamana kadar bu mallan ithal eden tüccarların, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’yla gelen yabancı firmalarla bütünleşerek kurdukları fabrikalarda üretilmeye başlanır. Böylece, bu dönemde ağırlıkla tüketim malları sanayisinde yoğunlaşan yatırımlarla ithal ikameci sanayileşmenin “kolay” aşaması büyük ölçüde tamamlanır.
II. Dünya Savaşı sonrasının uluslararası iş bölümü, sermaye yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği yüksek sanayi dallarının metropollerde; emek yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği düşük sanayi dallarının ise süreç içinde “az gelişmiş” ülkelere kaydırılmasını öngörür; bağımlı ülkelerde geliştirilecek sanayilerin kullanacakları makine teçhizat, ara malı, metropollerdeki sanayilerden karşılanacaktır. Düzenin iki temel kurumu IMF ve Dünya Bankası’nın kurulmasını sağlayan Bretton Woods anlaşmasını (1944) kabul eden Türkiye, savaş sonrasında uluslararası liberal sistem içinde yer alacağının ilk sinyalini vermiş olur.
1950 sonrasında sanayi üretimi, tarımsal üretimden daha hızlı artar ve 1950’de GSMH, içinde yaklaşık yüzde 12 olan payı, 1960’da yüzde 14,3’e, 1962’de yüzde 15,3’e çıkar. Bu dönemde toplam olarak sanayinin (madencilik, imalat sanayisi, elektrik-gaz-su) GSMH içindeki payında bir artış görülse de, imalat sanayisinin toplam içindeki payı (% 81) değişmez. Bu dönem içinde imalat sanayisinin yapısında üçlü bir değişim gözlenir: birincisi, imalat sanayisi içinde devlet sektörünün payının azalıp özel sektörün payının artması; ikincisi, imalat sanayisinde özel kesimin tüketim mallan sanayisinden yatırım malları (daha doğrusu dayanıklı tüketim malları) sanayisine doğru yönelmesi, üçüncüsü ise sermayenin yoğunlaşmasında önemli yollar kat edilmesidir. 1950-1963 döneminde KİT’lerin, büyük işyeri sayısı içinde payı artar; ancak istihdam, ücret, katma değer ve çıktı içindeki payı azalır. Bu da imalat sanayisinin daha çok “özelleştiğini” göstermektedir. Kamunun tüketim ve yatırım malları kesimindeki payı azalırken ara mallardaki payı artar. Bu durumda, hızla büyüyen iç pazarın karlı kıldığı alanlar özel kesime bırakılırken kamu kesimi giderek artan ölçüde, niteliği gereği görece ileri teknoloji ve büyük ölçek gerektiren ve diğer sektörlere girdi sağlayan ara mallan üretime yoğunlaşır. Bu dönemde imalat sanayisinde görülen önemli bir özellik de özel kesimin yoğunlaşma alanının, tüketim mallan sanayisinden dönem sonuna doğru dayanıklı tüketim mallan sanayisine kaymasıdır. Ödemeler dengesi bunalımının artmasıyla birlikte temel politika, sınırlı döviz olanaklarını ithalatı zorunlu mallara tahsis etmek, zorunlu görülmeyen malların ithalatını ise sınırlamak veya yasaklamak olur. Böylece, bu yaklaşımla oluşturulan ithalat rejimi sektörler arasında seçici davranır ve sonuçta ithalatı sınırlanan malların üretimine yoğunlaşılır. Bu gelişim kendisini, istihdam ve katma değer içinde tüketim mallarının payı azalırken ara ve yatırım mallarının payının artmasında gösterir. Tüketim mallarının ithalat içindeki payı 1950’de yüzde 21 iken 1953’te yüzde 25 olur, ithalat kısıtlamaları sonucu oluşan ithal ikameci sanayileşmenin etkisiyle bu kesimin payı 1958’de yüzde 12’ye iner. Buna karşılık makine ve aksamlarının payı 1950’de yüzde 34 iken 1953’te yerini korur. 1958’de de yüzde 35’e çıkar. Hammaddenin payı ise 1950’de yüzde 33 iken 1953’de yüzde 28’e düşer, ancak 1953’ten sonra ithal kısıtlamalarıyla birlikte kurulan, sanayinin talepleriyle 1955’te yüzde 31’e, 1958’de de yüzde 44’e çıkar. Böylece, 1950’lerden itibaren; dokuma, tütün, gıda, dericilik, seramik sanayisi gibi nispeten basit teknoloji ile çalışan sektörlerde görülen gelişmeyi, yılın ikinci yarısında; ağırlıkla özel yabancı sermayenin el attığı ilaç, kimya, tarım araçları, otomotiv, elektrikli makine, ampul, elektronik gibi dayanıklı tüketim malları izler. Bu dönemde imalat sanayisinde görülen önemli bir özellik de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması sürecinin hızlanması, yabancı firmalarla bütünleşmiş şirketlerin ekonomide hakimiyetlerini kurmalarıdır. 1950-1963 döneminde ortalama özel “büyük” firma ölçeği yüzde 63’lük bir artışla 40 kişiden 65 kişiye çıkar. Bir başka anlatımla, sermayenin yoğunlaşması oldukça hızlı bir seyir izler. Türkiye’ye sermaye ihracı, ağırlıkla imalat sanayisinde ve bu sanayinin gelişim koşullarını hazırlayan enerji, ulaşım, haberleşme gibi alanlarda yoğunlaşır. Yabancı sermayeli şirketler iç pazara egemen olduktan sonra, metropol ülkedeki “ana firmaya ucuza satma/ana firmadan pahalıya alma” yoluyla değer transferine yönelirler. 1950’lerden sonra uygulanan ithal ikameci sanayileşmeyi biçimlendiren etkenlerden biri yabancı sermaye yatırımları, diğeri ise ağırlıkla program ve proje kredisi biçiminde verilen dış borç mekanizması olur. Program kredileri borçlu ülkenin ithalat gereksinimlerinin karşılanmasında kullanılır. 1950’lerde oluşan ithal ikameci sanayileşmenin bir özelliği de maliyetler, dolayısıyla iç pazar-ihracat ilişkisiyle bağlantılıdır. Korumacı dış ticaret politikası sektör ve birim gözetmeksizin toptan bir korumacılık yarattığı için her ölçekte işletme yaşama şansı bulur. Büyük bölümü etkin verimlilikten uzak ölçekte kurulan bu işletmelerin ürettiği ürünler yüksek maliyetlidir. Dış rekabet kaygısının bulunmaması ve iç pazarın her üretileni emebilme özelliği, kalite ve uluslararası standartlarda mal üretimini de arka plana iter. Sabit tutulan döviz kurlarının etkisiyle de iç pazar dışa göre daha çekici olur; böylece, üretip ihraç etmek değil, ithal edip üretmek ve içeride satmak karlı hale gelir. Metropollerin güdümünde gelişen bu sanayileşme süreci, 1958’e önemli sorunlarla girer. Sabit kur politikasının da körüklediği döviz talebi ve enflasyon, kısa zamanda “Tahtakale” gibi kendisini özellikle 1970’li yıllarda bütün ağırlığıyla hissettirecek ikinci Merkez Bankası’nın doğmasına, kredili ithalatın yarattığı çift ödemelerin oluşmasına, katlı kur uygulamasına, kısa dönemli borçların kabarmasına ve ödenemez duruma gelmesine, ithalat, güçlükleri nedeniyle üretim kapasitesinin düşmesine, sonunda da IMF’ye daha sık gidilmesine yol açar. Böylece, ithal ikameci sanayileşme çizgisi, artık borç buldukça yaşayabilen bir yapıya dönüşür.
1950’lerden sonra uygulanan ithal ikameci sanayileşmeyi biçimlendiren etkenlerden biri yabancı sermaye yatırımları, diğeri ise ağırlıkla program ve proje kredisi biçiminde verilen dış borç mekanizmasıdır. Sabit tutulan döviz kurlarının etkisiyle de iç pazar dışa göre daha çekici olur; böylece, üretip ihraç etmek değil, ithal edip üretmek ve içeride satmak karlı hale gelir. Metropollerin güdümünde gelişen bu sanayileşme süreci, 1958’e önemli sorunlarla girer.
1960 – 1979 PLANLAR DÖNEMİ
1960’lar sonrasında hazırlanan ilk kalkınma planı olan Birinci Beş Yıllık Plan’ın “15 Yıllık Hedefler” bölümünde ithal ikameci stratejinin gerekliliği savunulur. Bu tercihten yurt içi yatırımların artırılarak sanayi sektörünün büyümesini sağlamak ve dışa bağımlılığı azaltılması beklenir. İthalat kısıtlamaları yeni alanlarda, genellikle imalat sanayisinde yatırım olanaklarının doğmasına yol açacak, kaynakların yeni sanayilere kaymasıyla sanayi sektörü büyüyüp genişleyecektir. Öte yandan ithal malların yurt içinde üretilmesiyle birlikte bu ithal etme oranı azalır, dolayısıyla dışa bağımlılık düşer. Planlı dönemde her plan yılı, oldukça iddialı büyüme hızı hedefleriyle başlar. 1977 yılına kadar, yüksek büyüme hızlarına ulaşılır. 1962-1977 döneminde Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) yüzde 6,7 büyürken; tarım, sanayi ve hizmetlerin ise sırasıyla yüzde 3,3, yüzde 10 ve yüzde 7,8 büyüme hızı yakalanır. 1977’ye kadar özellikle sanayi kesiminde yüksek büyüme oranları gerçekleşir, 1977’den sonra ise hızlı bir düşüşle bu sektördeki büyüme 1979’da yüzde -3’e geriler. Sanayinin büyüme hızıyla ithalat arasında yakın bir ilgi vardır. 1970’e doğru, döviz darboğazı nedeniyle, gereksindiği ithal girdilerini sağlamayan sanayinin büyüme hızı düşer, 1970’den sonra döviz rezervlerinin iyileşmesiyle büyüme hızlanır, 1977’de tekrar daralan döviz nedeniyle büyüme hızı keskin bir düşüş yaşar. Bu hızlanma ve düşme, sanayi üretiminin girdi yönünden, sanayi yatırımlarının da sermaye malları yönünden dışa bağlı oluşundan kaynaklanır. Bu dönemde sanayi, döviz buldukça büyüyebilmekte; döviz daraldıkça büyümesi durmakta, hatta gerilemektedir.
1960’lar sonrasında hazırlanan ilk kalkınma planı olan Birinci Beş Yıllık Plan’ın “15 Yıllık Hedefler” bölümünde ithal ikameci stratejinin gerekliliği savunulur. Bu tercihten yurt içi yatırımların artırılarak sanayi sektörünün büyümesini sağlamak ve dışa bağımlılığı azaltılması beklenir.
Önüne koyduğu iddialı büyüme hızlarını gerçekleştirmek için gerekli kaynak birikimine ulaşamayan Türkiye, 1970’lerin ikinci yarısında yoğun bir sıkıntı içine girer. Özel sektör yatırımları geriler, kamu kesimi yatırımları öne geçer. Öte yandan, yatırım ve ara mallarında önemli sayılabilecek bir üretim kapasitesi kurulamamış olduğundan, sınai üretime tüketim malları sektörü egemen olmuş, kurulu kapasitenin yaşatılabilmesi için de iç talep çeşitli yollarla sürekli olarak körüklenmiştir.
Önüne koyduğu iddialı büyüme hızlarını gerçekleştirmek için gerekli kaynak birikimine ulaşamayan Türkiye sanayisi, 1970’lerin ikinci yarısında yoğun bir bunalım içine girer. Yatırımlar tasarruflardan daha hızlı artar ve sonuçta kaynak açığı doğar. Yüksek büyüme hızı hedefleri doğrultusunda yatırımların GSMH içindeki payı 1962’de yüzde 14,5 iken 1977’de yüzde 25,4’e çıkar. Toplam yatırımlar içinde tarımın payı azalırken sanayinin payı yükselir. Sanayi içinde de imalat sanayisi yatırımları ağırlıktadır. İmalat sanayisi yatırımlarının 1963-1967 dönemi toplam yatırımları içindeki payı yüzde 20,4 iken 1973-1977 döneminde yüzde 28,2’ye çıkar. İmalat sanayisi yatırımlarında ağırlık 1978’e kadar özel kesimde iken 1979’da kamu kesimi yatırımları öne geçer. İmalat sanayisi yatırımları 1979 yılında düşüşe geçer. Düşüş özellikle özel kesim yatırımlarında önemli boyutlara ulaşır. İthal ikameci sanayileşme, ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarında geliştirilip, yatırım ve ara mallarında önemli sayılabilecek bir üretim kapasitesi kurulamamış olduğundan, sınai üretime tüketim mallan sektörü egemen olmuş, kurulu kapasitenin yaşayabilmesi için de iç talep çeşitli yollarla sürekli olarak körüklenmiştir. Öte yandan, üretilen tüketim malları ihraç edilemediğinden bu mallara yurt dışından talep sağlanamamakta ve tüketim malları sanayisini yaşatmak için zorunlu olan tüketim malı talebi tümüyle yurt içinden sağlanmaktadır. 1973’den sonra Merkez Bankası’nın başta KİT’ler olmak üzere kamu kesimine açtığı krediler hızla artar. Dolayısıyla para arzı yükselir ve üretim artışının çok üstünde seyrederek enflasyon yaşanmasına neden olur. 1962’de 241 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1963’de 320 milyon dolara çıkar. Bu açıklar 1962 yılında 14 gelişmiş ülke hükümetinin oluşturduğu konsorsiyumun verdiği borçlarla kapatılmaya çalışılır. Konsorsiyum, 1970’lere kadar borçlanılan temel kaynaklardan biri olur. Dış kaynak sorunu yeni borçlanmalarla aşılmak istenir. 1962’de 830 milyon dolar, 1975’te 4,8 milyar dolara ulaşan dış borçlar, 1977 sonunda 2 milyar dolar Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) borcu olmak üzere, 11,5 milyar dolara çıkar. 1978’den itibaren tekrar Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan, gelişmiş ülke hükümetlerinden, OECD’den uzun vadeli krediler sağlanır, IMF ile imzalanan stand-by anlaşmaları gereğince kısa vadeli krediler bulunur. Böylece 1979 yılı sonunda dış borçlar 10,2 milyar dolar uzun vadeli, 4,4 milyar dolar da kısa vadeli olmak üzere 14,6 milyar dolara çıkar. Alınan borçlar vadesinde ödenemez, bu nedenle sık sık erteleme yoluna gidilir. İthal ikameci model çerçevesinde sürdürülen sanayi birikimi artık tıkanma noktasına gelince, “ihracata dönük sanayileşme” stratejisi önerilmeye başlanır. Türkiye’ye, uluslararası arenada avantajlı olabileceği sektörlerde; özellikle de tekstil, gıda, cam sanayileri ile demir-çelik ve otomotiv sektörlerinin emek-yoğun aşamalarında uzmanlaşması yolu görünmüştür.
1980 SONRASINDA SANAYİLEŞME VE ÖZELLEŞTİRMELER
Sanayileşme politikası açısından 1980 yılı bir dönüm noktasıdır. 24 Ocak 1980’de, önce istikrar önlemleri paketi olarak uygulamaya konan ekonomi politikaları dizisi zaman içinde ekonomik yapıda köklü değişiklikleri amaçlayan bir yapısal uyum programına dönüşür.
Sanayileşme politikası açısından 1980 yılı bir dönüm noktasıdır. 24 Ocak 1980’de, önce istikrar önlemleri paketi olarak uygulamaya konan ekonomi politikaları dizisi zaman içinde ekonomik yapıda köklü değişiklikleri amaçlayan bir yapısal uyum programına dönüşür. Bu programın düzenleme ve uygulama evrelerinde IMF ve özellikle Dünya Bankası, gerek resmi anlaşmalar yoluyla doğrudan ve gerekse dolaylı olarak son derece etkilidir. Dünya Bankası ile 1980-1984 dönemini kapsamak üzere art arda beş yapısal uyum kredi anlaşması ve 1985-1987 döneminde tarım, finans ve enerji sektörlerini kapsamak üzere sektörel uyum kredi anlaşmaları yapılır. Bu anlaşmalar yoluyla sağlanan krediler, Türkiye’nin başta dış ticaret ve finans piyasalarında serbestlik olmak üzere çeşitli alanlarda köklü yapısal değişiklikler sağlaması şartına bağlanır. Türkiye, piyasa ekonomisi güdümünde dünya ekonomisiyle bütünleşme yörüngesine oturmayı amaçlayan ve daha sonraki yıllarda yaygınlaşan yapısal uyum ivedilerini ilk alan ve bunların şartlarını en az sapmayla yerine getiren ülkeler arasındadır. Türkiye’nin 1980’den bu yana uygulamakta olduğu sanayileşme politikası bu tarihe kadar uygulanagelmiş olan politikalara tümüyle zıt ve tepkisel özellikler taşır. 1981 yılında kotaların kaldırılmasıyla ilk önemli somut adım atıldıktan sonra, dış ticaret serbestliği ithalat yasaklarının çok büyük ölçüde kaldırıldığı 1983 sonlarından itibaren hız kazanır. Gümrük vergi oranlarının aşamalı olarak indirilmesinin de katkısıyla, ortalama koruma oranları önemli ölçüde düşer ve çeşitli ekonomik faaliyetler arasındaki koruma oranı azalır. 1980’li yıllarda gerçekleştirilen dış ticaret liberasyonu Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinden büyük ölçüde bağımsız bir gelişme gösterir. Avrupa Birliği ile ilişkiler, Türkiye’nin Nisan 1987’deki tam üyelik başvurusu ve bunu izleyen Gümrük Birliği görüşmeleri çerçevesinde yeni bir ivme kazanır. Türkiye 1995 yılı başı itibariyle 12 Yıllık Liste’de yüzde 95; 22 Yıllık Liste’de yüzde 90 oranında gümrük indirimi gerçekleştirir. Türkiye’nin 1996 başından itibaren Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’ne girmiş olması uluslararası piyasalarla bütünleşme amacının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 1989’dan sonra hız kazanarak 1990 yılına kadar ancak 181,6 milyon dolar düzeyine çıkan özelleştirme gelirleri, 1990-1994 döneminde hızla artarak 1,9 milyar dolara, 1998 sonunda da 4,6 milyar dolara ulaşır.
İhracat 1980’de 2,9 milyar dolardan, 1987’de 10,2 milyar dolara ve 1998’de 26 milyar dolara yükselirken sanayi mallarının toplam ihracat içindeki payı, 1980’de yüzde 36’dan 1998’de yüzde 85’e yükselir.
İhracat 1980’de 2,9 milyar dolardan, 1987’de 10,2 milyar dolara ve 1998’de 26 milyar dolara yükselirken sanayi mallarının toplam ihracat içindeki payı, 1980’de yüzde 36’dan 1998’de yüzde 85’e yükselir. Sanayi ürün ihracatındaki bu büyük artışla, ihracatın yapısında gerekli çeşitlilik sağlanır. Sanayi ürün ihracatı dokuma, giyim ve demir-çelik gibi emek ve doğal kaynak yoğun mallar üzerinde yoğunlaşmaya devam eder. Türkiye, dünya toplam ihracatı içinde dokuma ve giyim sektörü payının en yüksek olduğu birkaç ülke arasındadır.
KÜRESEL KRİZLER VE TÜRK SANAYİSİ
1997’de önce Güneydoğu Asya’da, izleyen yıl Rusya’da boy gösteren ve giderek dünya ekonomisine yayılan küresel kriz, Türkiye ekonomisini, dolayısıyla sanayisini de olumsuz yönde etkiledi. İç talep ve dış talep gerilemesi sonucu, sanayide kapasite kullanım oranları düşerken birçok alt sektörde üretim düşüşleri hızlandı. Özellikle tekstil, otomotiv gibi alt sektörlerde kriz daha erken hissedilmeye başladı.
1997’de önce Güneydoğu Asya’da, izleyen yıl Rusya’da boy gösteren ve giderek dünya ekonomisine yayılan küresel kriz, Türkiye ekonomisini, dolayısıyla sanayisini de olumsuz yönde etkiledi.
Türkiye, serbest piyasa ağırlıklı model çerçevesinde dünya piyasalarıyla bütünleşmeyi amaçlayan sanayileşme politikalarından hiç vazgeçmedi.
Tekstilde özellikle Kahramanmaraş, Adana, Adıyaman dolaylarında yoğunlaşan iplik üretiminin aşırı kapasitelerde ve dış talebin süreceği beklentisiyle kurulmuş olması bu fabrikalarda ciddi krizlere yol açtı. Otomobil üretiminde de çeşitli dünya firmalarının ortaklığı ile kurulan ve iç talebe bel bağlayan üretim, ciddi bir krizle yüz yüze kalacağa benziyordu.
Küresel krizden etkilenen sanayi kesiminde 1998’in ilk 3 ayında üretim artışı yüzde 10,3 ile iyi bir durumdaydı. Ancak baharla beraber üretim düşüşleri de başladı. Sanayinin genelinde ikinci 3 ayda üretim artışı yüzde 3,3’e geriledi. Sanayide üretim düşüşlerine devlet-özel ayrımı açısından bakıldığında durum daha “vahim” görünüyordu. Birçok alt sektörde görüntünün görece iyi olması, devlet sektöründeki rakamların yüksekliğindendi. Sadece özel sektör sanayisi olarak bakıldığında krizdeki sektörlerin görünenden fazla ve sorunun boyutunun daha büyük olduğu görülüyordu. Özel sanayi işyerlerinde yılın 3. döneminde sanayi üretimi yüzde 2,6 geriledi, devlette ise yüzde 7 artış oldu. Başka bir ifadeyle, devlet işyerleri üretim azalışı krizine daha yavaş giriyorlardı. Sanayinin alt sektörlerinden tekstilde; krizin özel sektörde olduğu, devlete ait tekstil işyerlerinde 1998’in 3. mevsiminde yüzde 23’e yakın üretim artışı yaşandığı görülüyordu. Otomotiv, özel sanayinin krizi giderek derinleşen bir diğer alt dalı oldu. Yılın 3. mevsiminde otomotivde üretim düşüşü yüzde 9,2’yi buldu. Özel sanayide kimya, yüzde 5’e yakın üretim düşüşü yaşadı. Özel sanayide çimento üretimi yolunda görünse de taş-toprak sanayisindeki üretim düşüşü 3. dönemde yüzde 4’ü bulmuş durumdaydı. Aynı ölçüde bir üretim gerilemesi, demir-çeliğin dahil olduğu metal ana sanayisinde gözlendi. Üretim ölçeğinin küçüklüğü, sermaye stokunun eskiliği, üretimin gelişmiş yörelerde yoğunlaşması, işgücünün eğitim ve beceri düzeyinin ve araştırma geliştirme (Ar-Ge) harcamalarının düşüklüğü Türk sanayisinin temel zaafları arasında gösterile gelmiştir. Ne var ki, Türkiye, serbest piyasa ağırlıklı model çerçevesinde dünya piyasalarıyla bütünleşmeyi amaçlayan sanayileşme politikalarından hiç vazgeçmedi.